100. YILINDA CUMHURİYET


BÖLÜM 1: DÜŞÜNCE BİÇİMLERİ  

   Bazen insanlarla konuşurken söyledikleri şeylerin mantıksız olduğunu, sadece öylesine bir şeylere bizi ikna etmeye çalıştıklarını düşünebiliriz. Aslında gerçekten de böyle oluyordur. En temelde beş türlü düşünme ve fikir beyan etme yöntemi vardır ve karşımızdaki insan bunlardan birini kullanıyordur.

    Poetik(Şiirsel), Retorik(Belagat, Nutuk), Diyalektik, Sofistik ve Analitik. Bu düşünce türleri hakkında biraz konuşmak gerekir.

    Poetik yani şiirsel düşüncede amaç hakikati bulmak veya karşı tarafı ikna etmek değildir. Duygulara hitap eden bir düşünme ve fikir belirtme yöntemidir. Bu yöntemde iyiyi kötü kötüyü iyi, güzeli çirkin çirkini ise güzel gösterebilirsiniz. Platona göre insanlığın geliştirdiği ilk düşünce biçimi poetik idi ve din adamları tarafından kullanılıyordu.

    Retorik yani belagat veya nutuksal düşünmede amaç karşı tarafı ikna etmektir ancak hakikati bulmak değildir. Retorik yapmanın bir takım kuralları vardır ve bunları yerine getirirseniz karşı tarafı hakikatin ne olduğundan bağımsız ikna edebilirsiniz. Platona göre bu düşünce biçimi insanlığın geliştridiği ikinci düşünce biçimiydi ve hem siyasetçiler hem din adamları hem de hukukçular tarafından kullanıldı. 

    Diyalektik düşünce iki farklı görüşteki insanın birbirini ikna etmeye çalışmasıdır ve ilk baştaki amacı yine hakikati aramak değil yalnızca ikna etmek idi. Çoğunlukla diyalektik tartışmalarda ikna edilecek kişi karşı taraf değil dinleyiciler olmaktaydı. İki siyasetçinin bir TV programındaki tartışmasını düşünün, siyasetçiler birbirlerini ikna etmeye değil dinleyenleri ikna etmeye çalışır. Asla ama asla siyasetçilerden birisi karşı tarafı haklı bulup onun savunduğu temel değerin daha doğru olduğunu söylemeyecektir. Diyalektik düşünce Descart ile birlikte hakikati arama yöntemlerinden birine evrilmeye çalıştı ancak halen daha hakikati arama çabası için çok fazla problemi olan bir yöntem.

    Sofistik düşünce retorik ile çok benzerdir, tek farkı amacındadır. Sofistik düşüncede amaç karşı tarafı manipüle etmektir. Retorik'de böyle bir amaç yoktur, retorik yapan kişi imani olarak ikna etmeye çalıştığı şeyin öyle olduğunu düşünmektedir. Sofistik ise öyle düşünmemesine rağmen öyle düşünüyor gibi ikna etmeye çalışır. Tek düşüncesi alacağı ücretidir. Platona göre sofistlerde retorik yapıyor idi ancak Aristo ve daha sonrasında bilgi felsefesinde retorik ile sofistik arasında bir ayrım gözetilmeye başlandı.

    Son yöntem ise analitik yöntem. Bu düşünme yönteminde arı biçimde hakikati aramaya çalışırsın. Analitik düşünebilmenin bir takım kuralları vardır, hiç bir duygu işin içine girmemelidir örneğin. Düşünce dünyanın sahip olduğu tüm prangaları söküp atabilmek gerekir. Bütün iman ettiğin düşünceler, ön kabullerin ve kutsalların, hakikati arama yolculuğunda sana engel olamamalıdır. Ancak bu şartlar sağlandığı takdirde hakikate ulaşacağını söyler analitik düşünce yöntemi. 

    "Tanrıyı kaybetmeyi göze almadan tanrı üzerine düşünülemez"

 

BÖLÜM 2: AYDINLANMAYA GİRİŞ

    Aydınlanma kelimesi tarihi olarak elbette belli bir dönemi ifade eden özel bir isimdir ancak kelime anlamı olarak kullanıldığında üç tane aydınlanma olduğundan bahsetmek mümkündür. İlki M.Ö. 6.yy da başlayan ve Antik Yunanda yaşanan aydınlanma, ikincisi 9.yy da başlayan ve İslam Coğrafyasında yaşanan aydınlanma, üçüncüsü ise hepimizin bildiği 17.yy da başlayan Avrupa veya Batı aydınlanması.

    Yunan filozoflar(Tales, Pisagor, Batlamyus vs.) öncelikle doğa ile uğraşmışlar ve yaklaşık 150 sene boyunca doğa üzerine düşünmüşlerdi. Aristo felsefe öncesi konuşanlara teologlar der. Teoloji ilm-i ilahidir yani tanrısal olanın ilmi. İlk defa MÖ 6.yy da filozoflar doğa üstüne analitik düşünmeye başlamıştır. Aristo bunlara doğacı(naturalist) der. Ardından MÖ 5.yy da Sokrates ile analitik yani akla dayalı rasyonel düşünme biçimi insani olana uyarlandı. İnsan, ahlak, toplum, siyaset hakkında konuşulmaya başlandı ve Arsito ile de Klasik Yunan Felsefesi bitti.

    Aynı durum Batı Aydınlanmasında da yaşandı. Önce Galileo, Kepler, Newton, Pascal, Leibniz, Hooke gibi isimlerle doğa üzerine analitik düşünme gerçekleşti. Bu seferki düşünmenin sonucu o denli etkili oldu ki geleceği öngörebilme becerisi edindi filozoflar(doğa bilimcileri). Doğa bilimleri artık deterministik bir duruma girmiş ve daha önce yaşanılmamış seviyede insanlığı etkilemeye başlamıştı. Newton'ın teorileri sayesinde teleskopla görünemeyen bir gezegenin var olması gerektiği hesaplanmış ve teleskoplar yeteri kadar geliştikten sonra bu gezegen gözlemlenmişti. Doğayı anlamaya dair elimizdeki muazzam silahtan tüm filozoflar çok etkilenmişti. Ardından filozoflar aynı analitik yöntemi insani olan üzerinde denemek ve benzer deterministik teoriler üretmek istedi. Artık Batı Aydınlanması başlamıştı. 

    Descartes ile ilk defa insani kavramlar hakkında analitik düşünme başlamıştı. Descartes düşünüyorum öyle ise varım derken mutlak doğrunun din ile gelemeyeceğini ancak insan aklı ile ulaşılabileceğini söylemeye çalışıyordu. Artık ekonomi, politika, ahlak gibi konular üzerine analitik düşünme çağı kaçınılmazdı. Bu uğurda en büyük adımları John Locke attı dersek abartmayız kanımca.

    İslam aydınlanması ise maalesef kendini tamamlayamamış hatta yarıya bile gelemeden önü kesilmiştir. 9.yy başlarında ilk defa kelamcılar doğa üstüne akılcı düşünceler geliştirmişti ve klasik hocalar onları dinsizlikle suçluyordu. Kelamcıların başlattığı bu akımın ardından çok daha sistematik felsefe yapabilen ekoller geldi, onlarda kelamcıları yetersiz gördüğü için suçluyordu. Kelamcıları ilahiyat hocası gibi düşünürsek, ilahiyat hocaları vaizleri hor görürken bilim insanları ise ilahiyatçıları hor görmeye başladı. Sistematik felsefe yapanların önü çok erkenden kesildi. 

    Kelamcılar ardından ikiye ayrılacaktı, Mutezile kelamcıları içlerinden Sünni kelamcıları doğurdu ve Eşarilik orataya çıktı. Eşariler Mutezile ekolünü eleştirdi ve aşırıya kaçtıklarını düşünerek kelamı(doğayı) islama(Kuran'a) uygun yorumlamaya çalıştı. Mutezile ekolünün de amacı tam olarak hakikate ulaşmak değildi aslında. Onların amacı İslam'a gelen analitik eleştirileri analitik yöntemlerle bertaraf etme çabasıydı. Fakat Eşariler(Sünniler) olayı çok daha daralttı ve İslam içindeki görüş ayrılıklarını bertaraf etmeye çalıştı. Bunu da analitik yöntemlerle değil Retorik ve Poetik ile yapmaya kalktı. Henüz daha bir asır geçemeden Mutezile ekolü yok olmak zorunda kaldı.

 

BÖLÜM 3: İNSANİ OLANDA AKLA DAYANMA 

    John Locke tarafından ilk defa yönetim sistemlerinin ve mutlakiyetin tanrıya dayanmayan akılcı yorumları yapılmıştır. Locke en nihayetinde şu kanıya varır, meşru bir yönetimin tek dayanağı yönetilenin rızasıdır. Bu durum Cumhuriyete ve Demokrasiye ön ayak olacaktır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinden tutun diğer tüm demokratik sistemler buraya dayanacak.

    18.yy da Voltaire, D'alambert ve Diderot önderliğinde Ansiklopedi denilen bir yazı serisi ortaya çıktı. Toplam 30 cildi bulan bu serinin amacı o güne kadar akla dayanarak üretilmiş olan tüm analitik fikirleri ve bilgileri bir araya toplamak ve halk dilinde halka indirmekti. Bu sebeple çok kısa sürede yasaklandı çünkü dini ögelere eleştiriler içeriyordu. Ansiklopedist denilen bu üç büyük isim, Cumhuriyeti doğuran temel fikirleri reddedilemez akılcıkla açıklamış ve halka anlatmayı başarmıştı.

    Antik çağda ahlak felsefesinin en temel sorunlarından birisi "İyi, mutlak iyi olduğu için mi tanrı tarafından emredilir(yani tanrıdan bağımsız bir iyi var mıdır?) yoksa tanrı emrettiği için mi iyidir?". Bu soruya Kant ahlakın dinden bağımsız olduğunu söyleyerek cevap verecekti ve aklı avrupada ahlak felsefesine sokan ilk kişi olacaktı (Antik yunanda aynı şeyi Sokrates yapmıştı). Kant bu cevabıyla Sokratesin yaptığı sistematik akıl yürütmeyi yeni çağın getirdiği yeni bilgiler ve dayanaklar ile tekrar yapmıştı. Kant aslında kendisi de iyi bir dinardı!

    1770ler de Adam Smith akılcı davranışları kazanç ve mülkiyet gibi konulara ilk defa uyarlayarak ekonomiye dair olanların analitik yorumlarını yapmıştı. Temel dayanağı olarak "Akıllı birey çıkarlarını kollayan bireydir ve çıkarlarını kollamanın yolu toplumun çıkarlarını kollamaktır" der. "The Theory of Moral Sentiment" kitabında ilk defa mülk sahipleri ile köylüler arasındaki ilişkinin nasıl ahlaki bir ilişki olabileceğini irdeler ardından "The Wealth of Nations" kitabı ile daha detaylı analitik ekonomi modelleri kurmaya çalışır. Smith'e göre gizli bir el toplumu yönetmektedir, yani aslında şunu demeye çalışır; Toplumun yapısı en baştan düzgün kurulursa toplum kendi kendine en iyiye varacaktır...

    Aynı dönemlerde İslam aydınlanmasında olduğu gibi Avrupa'da da karşı görüşler üretilmiştir ancak önemli bir farkla. Karşı görüşlerin de önemli bir kısmı yine anlitik çabalarla üretiliyordu. Mutezile ekolünün yaptığını yaparak Aydınlanmaya karşı çıkılıyordu yani. Örneğin Jean Jacque Rouseasu "Asil Yabani"(Bon Sauvage) terimi ile medeniyetle tanışmamış insanin gerçek iyi olduğunu söyler ve aydınlanma sonucu çıkan bilim, sanat ve zanaate karşı gelir. Bu sebeple Voltaire ile yaptıkları tartışmalar meşhurdur. Ardından romantikler ortaya çıkacak ve yalnızca akla dayalı fikirleri redderek insan duygularının da dikkate alınması gerektiğini savunacaklardır.

    İlk başta aydınlanmaya karşı çıkan fikirlerin zamanla aydınlanma ile harmanlanması sonucu farklı görüşler çıkmaya başlamış ve yalnızca akla dayanan fikirler haricinde fikirlerin doğmasına sebep olmuştur. Bu durum 19.yy boyunca devam etmiş ve yalnızca akılcı yöntemlerle felsefe yapanların büyük bir kısmı doğa bilimcileri olmuştu.
    


BÖLÜM 4: CUMHURİYETE DOĞRU

    Daire antikiteden beri kutsaldır. Antik düşüncelere göre evren ikiye ayrılır, ay altı ve ay üstü. Ayın altında doğa vardır. Dört elementi(Hava, Ateş, Toprak, Su) ihtiva eder bu doğa ve sembolü karedir. Ayın üstünde ise evrenin yöneticileri vardır. Ayın üstündeki herşey dairesel hareket yapar ve küre şeklindedir. Yeryüzündeki yöneticilerde kendilerini daire ile sembolize eder çünkü onlar Tanrının yeryüzündeki gölgesidir. Yönetme hakları mutlaktır ve tanrı tarafından onlara verilmiştir. 
    
    Ay mükemmeldir, kusursuzdur. Gelileo ayın üstünde kraterler var gel teleskobumla bak dediğinde bu yüzden kabul etmez rahipler. O teleskobun içinde şeytan var kandırıyor seni derler. Kepler gezegenlerin dairesel değil eliptik hareket yaptığını söylediğinde bu sebeple karşı çıkar yöneticiler. Daire tek merkezlidir fakat elipsin iki merkezi vardır. 

    Kubbeyi yukarıda tutan şey nedir? Dindir. Yönetici yönetim hakkını tanrıdan almıştır. İdare, Müdir, Devlet Dairesi; tüm bu terimlerin hepsi daire kelimesiyle alakalıdır ve antikiteden gelir. Nizam-ı Alem budur. İnsanlık tarihinde binlerce yıl doğu batı farketmeksizin gelenek bu şekilde kurulmuş ve süregelmiştir. Bu hiyerarşinin yani buyruğun yönü yukarıdan aşağıya, itaat ise aşağıdan yukarıya doğru idi.

    Adalet nedir? Adalet ilk tanımlarından birisiyle insanların mevcut konumlarını koruma altına almaktır. Yöneticiler yönetici olarak kalacak, yönetilenler yönetilen olarak. Ayaklar baş olmamalıdır yani. Yöneticiler yönetme hakkını tanrıdan aldılarsa adaletin sağlanması da yine tanrısaldır. İlahi adalet tecelli eder. Adalet insanlar arası statik ilişkinin devamını sağlamaktır.

    Antik devirden beri yönetici grup üç tanedir. Kral veya hanedan, askerler ve ulema. Bu üçü sürekli birbirini kontrol ederek dengeyi kurmayı çalışır.

    Fransız devrimi ile aydınlanma sonucu ortaya çıkan tanrıya ve kutsala dayanan yönetim yerine akıla dayanan yönetim fikirleri artık kanlı devrimlerle gerçeğe dönüşüyordu. Yönetici sınıfın neye dayanarak yönetici olduğunun sorgulanması büyük bir adımdı. En nihayetinde Fransız Devrimi ile artık bir Cumhuriyet kurulabilmişti. Fransız Devrimi'nin sloganındaki üç meşhur kelime, eşitlik(egalite), özgürlük(liberte), kardeşlik(fraternite) kelimeleri artık akıla ve insanlığın ortak birikimine dayalı yönetimin sloganıydı.

    Yönetim hakkı bir ulusa ortak olarak mal edildi. Değişim(liberte, inkılapçılık) yani değiştirebilme gücü, eşitlik(egalite, halkçılık) yani yukarıdan aşağıya değil yan yana aynı şartta olabilme hakkı ve sonuncusu karşılıklı anlaşma(fraternite, milliyetçilik) yani buyruk değil toplumsal bir sözleşme, karşılıklı rıza. Ulusun her bir ferdi bu konularda söz sahibi oldu ve bu ferdlere yurttaş dendi. Vatandaş ve yurttaş ayrımı başladı. Yurttaş, siyasi ödevlerini yerine getirme hakkı olan vatandaşlara verilen isimdi.

    Rahiplerden yani ulemadan kurtulundu ve hukukçular geldi. Yasama yani yasa üretme ve yargı yani adaleti sağlayacak kararları alma hakkı rasyonel zemine oturtuldu. İnsani ve dünyevi kurallara göre çalışan sistemler geliştirildi, tanrısal kurallara göre yönetim reddedildi(laiklik). Kraldan kurtulundu ve yurttaşlardan oluşan grubun(cumhur) belirlediği yönetici(cumhuriyetçilik) geldi. Güçler ayrılığı tesis edildi.

    Anlaşıldığı gibi Devletçilik(ekonomi sistemi) hariç Atatürk İlkelerinin hepsi asında Cumhuriyetin tesisi ve devamlılığı için gerekli olan ilkelerdi. Fransız Devrimi sonrasında tesis edilen sistemlerin bir özetiydi bu ilkeler aslında. 

    Cumhuriyet demek akılcı olmak, analitik düşünmek, devleti rasyonel olana dayandırmak demektir. Cumhuriyet demek yurttaş olabilmek, sınıflar arası farkı kaldırmak ve ulusun kendini yönetmesi demektir. Cumhuriyet demek akla uygun olana geçebilmek, değişimi ve ilerlemeyi anlayıp uygulayabilmek demek. Çünkü Cumhuriyet Ansiklopedistler'e dayanır. Yalnızca saltanatı kaldırmak ile Cumhuriyet olunmaz. Felsefi altayapısını tesis etmek gerekir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti veya İran İslam Cumhuriyeti gibi Cumhuriyetler olamaz. Temel Cumhuriyet fikrine terstir. Tüm bu Cumhuriyet olduğunu iddia eden sistemler başka bir rejime evrilmek zorunda kalacaktır.

    Cumhuriyetler demokratik olmak zorunda değildir. Bizim cumhuriyetimizde ilk kurulduğunda demokratik değildi. Cumhuriyetlerin bir tepeden aşağıya buyruk yönü de vardır. Halk meclisinin avamlığına karşın Senato veya Lordlar Meclisi gereklidir esasen. Asil bir yönetici sınıf olması fikri Cumhuriyetin içinde vardır. Bizim Cumhuriyetimizde senatonun yapması gereken görevi ilk yıllarda Hükümet Partisi(Politbüro) yaptı ve 1946 sonrası Asker bu görevi üstlenmeye çalıştı. Bu eksikliğin hukuksal bir zemine dayanarak giderilememiş olması başımızı çok belaya soktu çünkü ne Politbüro ne Asker bu görevi eksiksiz yerine getiremedi. Boşalan niş birşekilde dolmak zorundaydı sadece.

    Cumhuriyetin doğası gereği sahip olduğu buyrukluğun önü bir kesim filozoflar tarafından bireyin devlete karşı hakkının ekstra mekanizmalarla korunmasıyla kesileceğini düşündü. Bu kişilere Libreal Cumhuriyetçi deniyor. Amerika'da ki Cumhuriyetçi-Demokrat dilemması da keza Cumhuriyetçilerin buyrukçu yönünden ileri gelir. Demokratlar bu buyrukçuluğun tamamen kesilmesi gerektiğini düşünürken Cumhuriyetçiler olması gerektğini savunur.


BÖLÜM 5: İKİNCİ YÜZYILA GİRERKEN

    Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken çok buruk ve sönük bir kutlama havasıyla karşı karşıya kaldık. 29 Ekim gününün coşkulu geçtiğini düşünebilirsiniz ancak kutlamalar bir seneye yayılmalıydı. Bu burukluğun sebebinin hükümet olduğunu düşünebilirsiniz ancak daha yakından bakınca bunun doğru olmadığını görürsünüz zannımca. Cumhuriyeti benimseyenler ve benimsemeyenler olarak ikiye bölünmüş olabiliriz. Benimsemeyenler zaten kendilerinden bekleneni yaparak kutlama yapmadı hatta engellemeye çalıştı fakat benimseyenler ise çok pasif bir yıl geçirdi. Hiç direnmedi ve çaba sarf etmedi. Cumhuriyeti savunan insanların ortalığı yıkması ve sahip olduğu bu nimete dair sene boyunca etkinlikler yapması gerekirdi. 

    Cumhuriyeti benimsemeyen kesimin yalnızca hükümet tabanından olduğunu düşünüyorsanız ayrıca çok yanılıyorsunuz. HDP tabanının da ne kadar benimsediği tartışmalıdır. HDP nin fikir önderlerinden Sırrı Süreyya Önder "Cumhuriyetten ne hayır gördük ki sürekli dayak yedik" minvalinde bir açıklama yaptı. Keza sosyalistlerin de cumhuriyet ile ilişkisi ne denli düzgündür?

    CHP'nin yani kendisini Cumhuriyetin gardiyani olarak gören partinin genel merkezi, belediyeleri, ilişkili oldukları şirketler ve dernekler sene boyunca paneller düzenlemeliydi. Cumhuriyet üzerine tartışmalar yapmalı, fikirler üretmeliydi. En azından Cumhuriyeti benimseyen kesimin bunu yapması beklenirdi.

    Peki ne için bunlar yapılmadı? Çünkü maalesef Cumhuriyeti destekleyenler dahil kimse Cumhuriyetin ne olduğunu kavrayabilmiş değil. İnsanlığın nasıl bir zafer sonucu bu rejimi elde ettiğini anlayabilmiş değil. Bunun ne denli bir nimet olduğunun farkında değil. Çünkü Cumhuriyeti haketmiş durumda değil. Cumhuriyet bize hediye edildi, biz kendimiz elde etmedik ki!

    Cumhuriyeti bu dönemde elde etmenin yolu nedir peki. Analitik düşünmektir. Rasyonel ve akılcı düşünmeden Cumhuriyetin neliği hakkında kafa yormadan onu asla elde edemeyeceğiz. Hep bize hediye edilmiş bir oyuncak olarak kalacak. Devletler kurulurken mitlerle efsanelerle kurulur fakat daha sonra yaşaybilmesi için rasyonelleşmek gerekir. Bugün artık yapmamız gereken şey rasyonelleşmektir. Tüm duygulardan arınarak akılcı fikirler üretmek, tartışmak ve eleştirmektir. Cumhuriyeti akıllıca eleştirmekten yine Cumhuriyet faydalı çıkacaktır.

    Cumhuriyet için bestelenen marşlar, çekilen filmler, yazılan şiirler. Çok az bir kısmı hariç hepsi yavan. Hepsi yalnızca efsanelerden ve öznel duygulardan beslenmiş ürünler. Ortada sanatı ve sanatçıyı dölleyecek rasyonel fikirler yok ki ide içeren sanat ürünleri çıkabilsin. Cumhuriyeti benimseyenler, benimsemeyenlerin yaptıklarından farklı bir şey yapmıyor ki. Poetik ve retorik fikirler üretmekten öteye geçilemiyor ki. Bu durumda nasıl olacakta Cumhuriyeti kavrayacağız, elde edip kazanacağız?

    Yaptığımız kutlamalarda çoğu kez Cumhuriyeti kutlamak yerine Atatürk'ü anıyoruz. Cumhuriyetin kendisine minnet duymuyor yalnızca Atatürk'e minnet duyuyoruz. Elbette Atatürk cumhuriyetimizin banisi ve kurucusudur, elbette minnet duyacağız ancak anlatmaya çalıştığım şey bu değil. Atatürk bir tabelaydı, bize bir yol gösterdi ve orayı işaret etti. Biz ise tabelanın kendisine hayran olmaktan yola çıkamıyoruz. Gösterilen yolu izlemekten başka bir şey yapmıyor o yolda yürüyemiyoruz.

    Neyi elde ettiğimizin farkında olalım. Neyi kaybetmek üzere olduğumuzun farkında olalım. Bu mirası fark edip analitik ve rasyonel düşünmeye başlayalım. Atatürk her zaman yurttaşlarım diye seslenirdi, vatandaşlarım değil. Neden böyle sesleniyordu kavrayalım. Cumhuriyeti hem savunan, hem de yanlışlarını gösteren fikirlere boğalım.

YAŞASIN CUMHURİYET, YAŞASIN LAİKLİK, YAŞASIN DEMOKRASİ
CUMHURİYETİMİZİN YÜZÜNCÜ YILI KUTLU OLSUN



   






100. YILINDA CUMHURİYET 100. YILINDA CUMHURİYET Reviewed by Okan Yıldız on Ekim 31, 2023 Rating: 5

Hiç yorum yok:

Yorumunuz alınmıştır. Teşekkürler.

Blogger tarafından desteklenmektedir.