Birinci Bölüm: Komünizm
Hegel'in diyalektiğini, hiç bilmeyen birisine genellikle şöyle anlatırlar: "Bir durumu savunan bir tez vardır, daha sonra bu tezi tenkit eden bir antitez oluşturulur. Bu ikisinin de doğru yönleri alınıp bir sentez oluşturulur ve sentez, kendisinden önceki tez ve antiteze göre durumu daha doğru açıklar."Ancak Hegel diyalektiğini bu kadar basite indirgemek, Hegel'in tam olarak ne demek istediğini anlamaya yetmiyor. Hegel'in fikirleri aslında Kant'a dayanır. Kant'ın fikirleri ise Newton'un çalışmalarına.
Newton'un oluşturduğu Mekanik Teorisi, bilim dünyasını çok uzun yıllar domine etti. Bu teori tam 200 yıl boyunca eksiksiz bir şekilde gezegenlerin hareketinden, serbest düşen bir cisme kadar tüm evreni açıklıyor ve yaptığı tahminlerde doğru çıkıyordu. Daha sonra Kant şunları sorguladı: "Newton bu bilgiyi nereden öğrendi? Acaba doğru bilgiye gözlem ile mi ulaşılır yoksa mantık ile mi? Apriori bilgi yani doğuştan gelen bilgi var mıdır?" gibi soruları düşündü ve sonuç olarak 'Newton'un içinde bu bilgiler doğuştan geliyordu, Newton mantıksal çıkarımlar yaparak içindeki bu bilgileri sanki gözlem yaparak öğrenmiş gibi dışa vurdu' sonucuna vardı.
Hegel, Kant'ın bu düşüncelerinden yola çıkarak diyalektiği geliştirdi. Hegel'e göre de doğruya mantıkla ulaşılır. Ancak bunu tek başına bir kişi yapamaz. Mantık çıkarımları ile bir tez oluşturulur, daha sonra bunun antitezi oluşturulur ve ikisini kombine edip daha doğru bir sentez oluşturulur ve bu sonsuza kadar bu döngüyle ilerler. Ayrıca Hegel'e göre evren de bir düşüncedir. Evreni anlamanın en iyi yolu ise diyalektik metotdur der. Bilim düşünceyle geliştiğinden, evren bakışımızda düşünceyle gelişir. O zaman aslında evrenin kendisi düşünceyle gelişir. Bilim değiştikçe evren de değişecektir, çünkü aslında evren bizim düşüncelerimizdir.
1905 yılında Einstein'ın Özel Görelilik Teorisinin, Newton Mekaniğini çürütmesi üzerine zavallı Kant'ın bütün eseri çöpe gitti. Burada kimileri Hegel'in fikirleri Kant'a dayandığı için Hegel'de çürüdü der, kimileri ise hayır efendim Hegel'in fikirleri Kant'dan bağımsızdır, Hegel aslında Kant'ı düzeltti der.
Konumuz felsefe değil ancak komünizmi anlayabilmek için biraz felsefe bilmek zorundayız. Almanya'da Karl Marx ve Friedrich Engels isimli iki arkadaş 1848 yılında Komünist Manifesto isimli bir kitap yayınlar. Marx ve Engels, Hegel'in diyalektiğini sosyal bilimlere uyarlayarak bir ekonomi ve yönetim teorisi oluşturdular. (Not: Bugüne kadar hiç bir doğa bilimcisi oluşturduğu teoriyi Hegel'e dayandırmamıştır. Ancak teorilerini Hegel'e dayandıran bir sürü sosyal bilimci vardır)
Ayrıca Marks'ın, Komünizmi yaratırken dayandığı bir konu daha vardır. Emek-Değer teorisi. Emek-Değer teorisine göre bir ürünün değeri, o ürün üzerindeki emek kadardır. Marks bu teorinin bireysel değilde toplumsal bazda çalışabileceğini düşünmüş ve şöyle demiştir: "Emek-Değer teorisi yalnızca toplumsal üretim ve toplumsal emek söz konusu olduğunda geçerli olabilir. Bireysel üretim ve emekte bu durum çıkmazlar yaratır". Aslında Marks çok doğru bir noktaya değiniyor, ileride Nazizm ve Nato'nun doğmasına sebep olacak şeyin felsefi temellerini atıyor.
Marks, proletarya (alt sosyal sınıf) ve burjuvazi (üst sosyal sınıf) isimli iki birbirine karşıt toplumsal sınıfı sentezleyip, daha verimli bir toplum yaratmayı hayal ediyor. Aynı Hegel diyalektiği gibi. Bu iki karşıt sınıfın birbiriyle çatışmadan bir arada bulunabilmesinin tek yolunun ise tamamen devlet tekelinde yönetilen bir ekonomi ve üretim sayesinde olabileceğini savunuyor. Bunu yapabilmek için burjuvazi ile proletaryanın Emek-Değer teorisinin toplumsal olarak uyarlanmış halini uygulamanın mantıklı olacağını düşünüyor. Yani toplumun ürettiği ürünlerin değeri, toplumun toplam emeği ile belirlenmeli. Bu yüzden toplumun az emek harcayıp çok para kazanan kesimi ile çok emek harcayıp az para kazanan kesiminin eşitlenmesi gerekiyor. Aksi takdirde adaletsiz bir dağılım olur ve toplumu yönetmek zorlaşır. Peki neden illede Emek-Değer teorisinin toplumsal uyarlamasına bağlı bir Sentezlenmiş toplum olmak zorundayız? Çünkü en başta da dediğimiz gibi, Marksa göre bu iki karşıt sınıfın sentezi en verimli yöntemdir. Marks'a göre diğer hiçbir ekonomik yöntem (kapitalizm örneğin) bu sentez kadar verimli üretim yapamaz ve toplumun ekonomisini kalkındıramaz. Çünkü Kapitalizm, sınıf farklılıklarına dayanıyor ve Hegel'in Diyalektiğine dayanan Marks'a göre, tez ile antitezi birleştiremediği için en verimli yöntem kapitalizm olamaz. Mutlaka daha verimlisi olmak zorunda.
Aslında Marks'ın amacı işçiyi savunmak, hak hukuk adalet vs. sağlamak değil. Marks bir sosyal bilimci olarak, en iyi toplum yapısının ve ekonomik sistemin bu şekilde olabileceğini savunuyor. Ancak ekonomiden veya sosyal bilimlerden çok fazla anlamayan insanları, amaçlarını yerine getirebilmek için bir şekilde organize etmen gerekmekte. Marks bir siyasetçi olmadığından halkı organize etme gibi amaçları yoktu, yalnızca teori ortaya attı. Daha sonraları bu teoriyi hayata geçirmek isteyenler halkı organize edebilmek için komünizmin eşit haklar, sınıfsız toplumlar vs. gibi ideallerini kullandılar. Bugün halen daha sol siyaset böyle devam etmekte. Sol taban hatta belkide sol siyasiler bu slogan cümleler üzerinden iş yapıyor ve Marks'ın asıl temellerini bilmiyor veya umursamıyor.
1850-1950 yılları arasına bakıldığında Marksist devrimler hep işçilerin yoğun olduğu bölgelerde çıkmıştır. Çünkü işçiler şehirlidir. En alt şehirli tabakadır ama şehirli tabakadır. Artık belli bir refaha ulaşmış, belli şeylere erişimi olan, iyi kötü eğitim görmüş sınıftır. Köylü gibi değildir yani. Köylü sadece ekmek derdindedir. Belli bir refaha erişemediği için, temel yaşam ihtiyaçlarını zor karşıladığı için akşam evine gidince açıp kitap okumak veya tiyatroya gitmek gibi bir derde sahip olamaz. Bu sebeple Markstan bile haberleri olmuyor. Ancak işçi sınıfı, Marks okumaya başlıyor, fikilerini benimsiyor, emeğine karşılık olamayan gelir adaletsizliğinin farkına varıyor. Zaten sosyal haklar, sendikalar vs. gibi şeylerin olmadığı bu dönemlerde, işçiler ayaklanıp isyan ediyor. Bu sebeplerden ötürü, bir ülkede Marksist devrim yapmak istiyorsanız, işçileri yanınıza almanız lazım. Muhtemelen hiç bir statüko sahibi burjuva, az emeğe karşın çok para kazanma fırsatını terk edip, Marks'ı haklı olarak bile görse Marks'ın teorisini uygulamak için çabalayan bir devrimciye destek vermez.
Hadi biraz analiz yapalım, acaba ilk Marksist devrim nerede çıkar ve başarılı olur? Bunun için devrimin çıkacağı ülkede hatrı sayılır bir işçi sınıfı olması gerekir çünkü köylü sınıfın umrunda bile olmayacaktır. Yani bu ülkenin belli bir miktar sanayileşmiş olması, üretim yapıyor ve satabiliyor olması gerekir. Ancak aynı zamanda çok fazla sanayileşememiş, çok yüksek refaha erişememiş olmalı. Yani toplam ülke ekonomisini, toplam nüfusa bölünce kişi başına düşen gelirin az kalıyor olması gerekir çünkü devlet üretimden kazandığı parayı savaşlara, şehirlere ve altyapılara vs. harcadıktan sonra halka zar zor yetirsin. İşçi ücretleri düşük olmak zorunda kalsın. Köylüye zaten hiç bir şey kalmıyor olsun. İşte bu şartlar sağlanınca sizde artık Marksist bir devrimden korkmaya başlayabilirsiniz. Rusya'nın 1850-1917 yılları arasındaki durumu, bu şartları çok ciddi oranda sağlıyor. Marks'ın düşüncelerini benimsemiş lider ruhlu akıllı insanlarda işçilerin bu durumu sayesinde o ülkede devrim yapabilmiş.
Romanovlar; neredeyse 300 yıl boyunca Rusyayı yöneten hanedan. Bizim Deli lakabını koyduğumuz Çar Büyük Petro ve Alman asıllı olan Büyük Katerina gibi Rusyayı imparatorluk yapan kişileri çıkartmış bir hanedandır. Çar 1. Petro, Petersburg isimli bir bataklığı, Rusya'nın Avrupa'ya açılmasını sağlayacak olan mükemmel bir şehre dönüştürdü ve Rusların yeni başkenti oldu. Almanlar tarafından Petrograd(Petro'nun şehri) denilen bu şehre komünist devrimden sonra Leningrad denmeye başlanacak. Bu şehirde kurulan üniversiteler, Rus Bilimler Akademisi gibi kurumlar sayesinde ve Çar'ın inanılmaz destekleriyle tüm Avrupa'dan bilim insanları bu şehre çalışmaya geliyordu. Hidrodinamiğin babası olan Bernoulli, önemli bazı keşiflerini bu şehirde yapmıştı. Sadece bilim insanları için değil sanatçılar için de bir cazibe merekeziydi. Dostoyevski gibi büyük Rus edebiyatçıları, Rahmaninov gibi kompozitörler ve Çaykovski gibi bale yazarlarının şehriydi. Ruslar, Osmanlı'nın yapamadığı ölçüde batılılaşmayı başarmış, bilimsel, mimari, şehircilik gibi konularda altyapı oluşturmuştu. 1850'li yıllarda hızla sanayileşmeye de başlamış ve öteki Avrupa devletleri gibi kapitalistleşme çabasına girmişti. Bu anlamda belli şeyleri Osmanlı'dan daha iyi başarabilmesi onları Avrupa'nın büyük devletlerinden birisi yapıyordu. Son Çar 2. Nikolay, Rus İmparatorluğunu intihara sürükleyen berbat kararları peşpeşe alarak yüzyıllık birikimleri bir anlamda mahvediyordu. İşçilerin durumu öteki Avrupa ülkelerinin aksine iyelişmiyor, daha da kötüye gidiyordu. 20.yy a girildiğinde artık Rus halkı yönetimde hak sahibi olmak istiyor, Romanovlar'ın ve Çar'ın Rusyayı kötü yönettiğini düşünüyordu. En nihayetinde 1917 yılına gelindiğinde önce Şubat devrimi ile Çar tahttan feragat ettirildi ve geçici bir hükümet kuruldu, daha sonra Ekim devrimi ile Bolşevikler geçici hükümeti devirerek ülke yönetimini devraldı. Kısa bir süreliğine Menşevikler yani Çar yanlılarıyla yaptıkları savaşı kazandılar. Yeni Sovyet rejim, eski rejimi tehdit olarak gördüğünden tüm Çar 2. Nikolay ve tüm ailesini kurşuna dizdiler. Bazı Romanovlar İngiliz gemileri ile yurt dışına kaçmayı başardı.
Lenin ve Troçki, Rusyadaki Ekim Devrimi'nin baş aktörleri sayılabilir. Ayrıca bunların ikisi de gerçek anlamda birer filozoftur. Gerçekten akıllı ve bilgili insanlar. Troçki Marks'ın teorisine bazı eklemelerde bulunmuştur. Troçki der ki: "Komünizmin düzgün bir şekilde çalışabilmesi için, dünya ticaretini ve ekonomisini komünist sistemin domine etmesi gerekir. Yerel bir komünizm başarılı olamaz." Bunun için Rus ihtilalinden sonra Sovyetler Birliği'nin birinci amacı, komünizmi dünyaya yaymak olmuştur. Çünkü eğer kapitalist düzenin içerisinde yaşamaya çalışan bir komünist devletseniz eninde sonunda çökmeye mahkumsunuz. Sovyet Rusyanın önde gelenlerine göre, madem en iyi, en faydalı, en verimli toplumsal ve ekonomik yapı Komünizm ve komünizmin de düzgün işleyebilmesi için dünyayı domine etmesi lazım. O zaman biz de komünizmi yayarız. Rusyayı da insanlığı çok daha hızlı ve adaletli bir şekilde kalkındıracak olan bu kutsal görev için bir öncü yaparız. Bizim sayemizde tüm dünya kurtulur.
Komünizmi ihraç etme çabaları 1. Enternasyonal, 2. Enternasyonal gibi toplantılarla hat safhaya ulaşmış. Bu toplantılarda dünyaya nasıl komünizmi ihraç ederiz konusu tartışılmış ve çözümler önerilmiş. Sovyet Rusya, komünizmi bazı yerlere ihraç etmeyi başardı. Sovyet Rusya, Mao önderliğinde Çin'de, Çavuşesku önderliğinde Romanya'da, Tito önderliğinde Çekoslavakya'da, Castro önderliğinde Küba'da, Vietnam'da ve kısa süreliğine ayakta kalabilen daha bir çok yerde komünizmi kurdu.
İkinci Bölüm: Nazizm
Almanya, Cermen halklarının kurduğu harikulade ülke. Roma imparatorluğu 1453 yılında tamamen tarihe karıştıktan sonra, dünyada üç devlet kendini Roma'nın devamı olarak nitelemeye başladı. Bunlardan birisi tabi ki haklı olarak Osmanlı İmparatorluğuydu. Roma imparatorluğundan kalan son üç tacın üçünü de Osmanlı hanedanı toplamaya başardı. Bunlar, Trabzon Rum İmparatorluğu tacı, Makedonya-Mora bölgelerinin tacı ve asli olarak Bizans tacı. Üçünü de kendisinde toplamayı başaran Fatih Sultan Mehmet haklı olarak kendisine Roma İmparatoru (Sezar veya Kayzer-i Rum) ünvanını hak görüyordu. Diğer iki hak iddiasında bulunan devletler ise Rus Çarlığı ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğuydu. Rusça'da Çargrad (царьгород) kelimesi İmparatorun Şehri anlamına gelir ve İstanbul'a verilen isimdir. Ruslar Roma olma iddiasını uzun süre devam ettirse de bunu kimse ciddiye almıyordu. Daha imparatorun şehrine bile sahip değillerdi. Bugün ise özellikle batı tarihçileri Roma'nın devamı iddiasını Osmanlı ile tarihteki ilk Alman imparatorluğu olan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu arasında tartışıyorlar. Gelin bir de bu konuya ünlü Fransız düşünür Voltaire ne diyor bir bakalım. ''Bunların ne kutsal olduğu, ne imparatorluk olduğu nede Romalı olduğu doğru, bir tek Cermen oldukları doğru o da bir işe yaramaz zaten. " Voltaire bile Almanların Roma iddiasıyla dalga geçiyor. Neyse konumuz bu değil.Rönesans sonrası aydınlanma yaşayan Almanlar, Protestan ideolojiyi geliştirmiştir. Almanya'nın özellikle, katoliklerin lideri olan Papa'nın şehri Vatikan'a uzak olan kısımlarında Protestanlık çok destek buldu. Daha sonra Almanlar, Katolikler ve Protestanlar olarak ikiye ayrıldı. Bugün kabaca Katolik olana Avusturya, Protestan olana ise Almanya diyoruz. Almanya'nın içinde, özellikle güneyinde de çok sayıda Katolik yaşıyor. Bu çekişmeler yüzünden Almanlar, öteki Avrupa devletleri gibi feodal sistemden erken tarihlerde çıkıp birleşik bir devlet kuramadılar. 1877 yılında Alman devletlerinden biri olan Prusya'nın kralı Wilhelm önderliğinde Alman devletleri birleşti ve tarihteki ikinci Alman İmparatorluğunu kurdular. 19. yy ortalarına kadar aslında Habsburglar Almanların en güçlüsü iken Prusya çok hızlı sanayileşmeyi başarabildiği için Habsburgların önüne geçtiler ve Almanları birleştirmeyi başardılar. Almanlar çok hızlı sanayileşmeye devam etti ve Birinci Dünya Savaşının başında artık İngiltereyi yakalamış, Fransayı ise çoktan sollamıştı bile. Bunu çeşitli sebeplere bağlayanlar mevcut. Örneğin Max Weber'e göre Protestanlığın getirdiği iş disiplini bunun motor kuvveti olmuştur.

1914 ve 1919 yıllarında Alman sınırları
Birinci dünya savaşından harap bir halde yeni çıkmış, oldukça iyi sanayisi olan ve dolayısıyla işçi sınıfı olan Almanya, Birinci dünya savaşı sonrası çok ağır şartlar altında bir barış antlaşması imzalamak zorunda kaldı. Bu şartların arasında ordusunun büyüklüğünden, topraklarının büyüklüğüne kadar bir çok madde dayatıldı. Savaş sonrası Almanya toprakları o kadar küçüldü ki Alman nüfusun yarısı, başta Polonya'da ve Avusturya'da olmak üzere Almanya dışında kaldı. Aynı zamanda ekonomik kısıtlar da vardı. Bu şartlar altında ekonomik sıkıntılar çeken bir sanayi ülkesi olan Almanya'da işçiler ayaklanmaya başladı. Halkın önemli bir kısmı Marksizm'e yöneldi. Özellikle milliyetçilerden oluşan diğer önemli bir kısmı ise savaş yenilgisini hazmedemedi, diğer Almanlardan ayrı yaşamayı düşünemedi. Boyundurluk altında yaşamak onlara göre değildi. Bu ikisine göre ülkedeki daha ufak grup olan demokratların ise çok sesi çıkmıyordu zaten.
Birinci dünya savaşını hazmedemeyen ve çok ağır şartlara zorlanan Almanlar, sosyolojinin bir kanunu olarak bu duruma aynı şiddette tepki vermeye başladı. Nazizm fikri doğdu. Almanyada yüksek sanayi olduğundan, çok ciddi bir işçi sınıfı vardı. İşçilere insan gibi haklar tanımayan fabrikatörler ise artık yavaş yavaş Sosyalizmden korkmaya başlamıştı. Rusların komünizmi Almanya'ya ihraç etme çabaları Alman zenginlerini çok korkutuyordu. Bunun için mecburen ülkedeki öteki büyük siyasi grup olan Nazileri desteklemek zorunda kaldılar. Cumhurbaşkanı Nazilerle gizli anlaşmalar yaparak onların seçilmesini sağladı. 1933'de seçilen Hitler 1936'da Fransada kalan eski topraklarını ufak ufak işgal ediyordu. Garantörlük hakkı olan İngiltere bir hata yaparak Almanya'ya askeri müdahalede bulunmadı. Çoğu tarihçiye göre eğer o zaman müdahale yapılsaydı Naziler bitmişti. 1933'den 1939'a kadar yavaş yavaş savaş hazırlığı yapan Almanya gücünü topladı ve 1939'da Polonya'yı işgal ederek ikinci dünya savaşını başlattı.
Nazilerin anti-semitist(yahudi düşmanlığı) ideolojileri herkesçe bilinir. Ancak bunun asli sebepleri çok bilinmez. Nazizm bir çeşit hümanist ideolojidir. Hümanizmanın amacı bildiğiniz gibi kabaca insan merkezli bir dünya yaratmaktır. Dünyayı etkisi altına alan büyük biyolog Darwin'in fikirleri Nazileri de etkilimişti tabi ki. Nazilere göre insanlar 3 temel ırktan oluşur: Aryanlar, sarı ırklar ve siyah ırklar. Bunun sebebinin evrim olduğunu söylerler. En üstün insan ırkı Aryanlar ya da diğer adıyla beyaz ırktır. Daha sonra sırasıyla sarı ve siyah ırklar gelir. Bu fikirlerini Nietzsche'nin Übermensch yani üstün insan fikirlerine dayandırırlar. Aslında Nietzsche'nin fikirlerini yeniden yorumlayarak bu sonuca varırlar.
Bugün modern biyoloji bu ırk sınıflandırmasının doğru olmadığını kesin bir şekilde ispatlıyor. Ancak 20.yy başlarında bu fikirler çok yaygındı. Hatta Türkiye'nin genç cumhuriyet olduğu dönemlerde Atatürk tarafından Türk Tarih Kurumuna ve İstanbul Üniversitesine, Türklerinde Avrupalılar gibi Aryan ırk olduğunu, sarı ırk olmadığımızı kanıtlama görevi verildi. Nihal Atsız da bu çalışmaları yapan bilim insanlarından birisidir. Orta Asya'daki Türk mezarlarından kafatası alıp, Asyalılarla değil Avrupalılarla aynı ölçülerde olduğunu ispatlamaya çalıştı. Hatta bizzat Atatürk tarafından Güneş-Dil teorisi ve Türk Tarih Tezi oluşturulmuş. Bu iki tezle çalışmalara katkıda bulunmuş ve dünyanın en eski dilinin Türkçe olduğunu, en eski ırkın ise Türkler olduğunu hatta diğer ırkların bizden türediğini iddia etmiştir. Atatürk'ün bu teorilerine bizzat büyük Türk Tarihçi Fuat Köprülü karşı çıkmış ve maalesef tarihimizin en büyük ve en zeki liderlerinden olan Atatürk'ün ortaya attığı bu absürt teorileri çürüten makaleler yazmak zorunda kalmıştır. Daha sonraları ılımlı solcularımız, büyük Tarihçilerimizden biri olan Nihal Atsız'ı bu çalışmalardan ötürü 'kafatasçı faşist' gibi ithamlarla eleştiriken, Atatürk hakkında hiç bir şey demiyorlardı. Muhtemelen haberleri bile yoktu bunlardan. Bu çalışmaları ve Türkiye'deki kutuplaşmaların temel sebeplerini anlatan ayrı bir yazı yazacağım. Konumuza devam edelim. Bu durum, Nazilerin benimsediği bu fikirlerin aslında tüm dünyada bir şekilde özellikle liderler arasında yankı bulduğunu gösteriyor.
Naziler, dünyadaki en üstün varlığın insan olduğunu düşünür. Bunun için insanlığı en iyi şekilde ilerletmenin her şeyi çözebileceğini söylerler. Ancak bu sayede en kaliteli bilimi ve sanatı yapabilir, en iyi ekonomiye ulaşabilir ve en yüksek refahta yaşayabiliriz. İnsanlığı yüceltebilmenin temel yolu ise aryan ırklardan oluşan bir dünya yaratmaktır derler. Aryan ırkın öteki ırklarla çiftleşip, insanlığın seviyesinin düşmesini engellemeye çalışmak istediler. Hatta öteki ırkların var olması hümanizmayı tehlikeye sokabileceğinden onları ortadan kaldırmaya çalıştılar. Nazilerin anti-semitimizmi'nin temeli budur. Hitler'in söylediği iddia edilen "İlerde öldürmediğim her yahudi için bana küfür edeceksiniz" gibi saçma sözler doğru değildir. Nazizmin felsefi temellerini bilmeyen veya yüzeysel bilen insanların üretebileceği ve inanabileceği tarzda yalan bilgilerdir bunlar.
Bu bilgiler ışığında orta doğuda dini-ideolojik bir amaç uğruna savaşıp kafa kesen gruplarla, Naziler arasında fark olup olmadığını düşünün. Hatta bunu ileri götürüp, komünistler ile arasındaki farkları da düşünün. Sadece düşünün...
Devamı gelecek...
KOMÜNİZM, NAZİZM, NATO
Reviewed by Okan Yıldız
on
Şubat 11, 2020
Rating:
Hiç yorum yok:
Yorumunuz alınmıştır. Teşekkürler.