Orta Çağda tüm dünyada yönetim sistemi monarşidir. Devletleri aileler veya bir aile yönetir. Rus krallığını 700 yıl Rurik ailesi yönetti daha sonra Romanov ailesi yönetime geldi ve Rusya'yı imparatorluk yaptı. Fransa'yı onlarca hanedan yönetti ancak içlerinde en önemlileri 16.yy dan Fransız İhtilaline kadar yöneten Bourbonlar ve İhtilal sonrası kurulan Cumhuriyeti devirip İmparatorluk kuran Bonaparte hanedanıdır. Fransa'da olduğu gibi İngiltere'yi de bir çok hanedan yönetmişti ancak yine bir isim vermek gerekirse İngiltere'yi İngiltere yapan 1. Elizabeth'in üye olduğu Tudorlar verilebilir. Almanya, Avusturya ve İspanya'da Habsburglar. İsveç'de ise "Demirbaş" lakabıyla tanıdığımız 12. Karl'ın mensup olduğu Wittelsbach hanedanları ülkeleri yönetti. Türkiye'ye gelindiğinde ise birkaç farklı görüş var. Evet Türkiye dedim. Bu isim cumhuriyet sonrası kullanmaya başladığımız bir isim değil, 12.yy dan beri bu topraklara Türkiye deniyor.
John Speed tarafından 16.yy da çizilen Türk İmparatorluğu isimli harita |
Bazı tarihçilere göre, Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi tek bir devlettir. Bazılarına göre Anadolu Selçuklu için bunu söylemek güç ancak Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi aynı devlettir. Selçukludan itibaren tek devlet olarak ele alırsak Türkiye devletini bugüne kadar kabaca iki hanedan yönetti ve 1923 yılında Cumhuriyete geçildi. 1075 yılından 1300'lere kadar Selçuklu hanedanı, 1300'erden 1920'lere kadar Osmanlı hanedanı ve nihayetinde rejim değişikliğine gidilerek Cumhuriyet rejimi bu ülkeyi yönetti. Bugün halkın çoğunluğu tarihe kopukluklar ve kesin ayrımlar ile bakıyor. Bunun sebebi yazının ilerleyen kısımlarında anlaşılacak.
18. yy da Fransa yavaş yavaş ekonomik zorluklar çekmeye başlamıştı. İngiltere ile olan savaşlarını kaybediyor ve ekonomik külfete biniyordu. Amerika topraklarındaki İngiliz-Fransız çekişmeleri İngilizlerin lehine oluyor, Fransızlara ise daha çok verimsiz Kanada toprakları kalıyordu. Daha sonraları burada da haklarını kaybettiler. Fransa'da 18.yy da okuma yazma oranı %50 ye yaklaşmıştı. Halk yüksek öğrenim alıyor, kitap okuyor, yavaş yavaş bilim, felsefe ve sanatla ilgilenmeye başlıyordu. Gitgide bilinçlenen halk, ülkedeki kötü ekonomik gidişattan rahatsız olmaya başladı. Bourbon Hanedanı'nın ülkeyi yönetemediğini düşünüyordu. İngiltere'de ki gibi yarı demokrat yarı monarşi sistemin daha iyi olacağını düşünüyordu. Bunların üzerine 1789 yılında Fransız devrimi ile önce Meşruti Monarşiye, daha sonra 1792 de Cumhuriyet rejimine geçildi. Halk istediğini almıştı. Orta çağdaki, kralın isterse kutsal güçleriyle hastalıkları bile iyileştirebileceği, gücünü tanrıdan alan, kutsal bir kral modelinin yenilemez olduğu fikri tamamen çökmüştü. Cumhuriyet rejimi, Kralı ve ailesini yargılamış ve giyotinle idam etmişti. Cumhuriyetçiler kral yanlılarının desteğini de alabilmek için eski rejimi kötülemeye başladılar. "Ancien regime" yani eski rejim günah keçisi ilan edilmiş, tüm suç onlara atılmıştı. Ancak bu kötüleme işi çok uzun sürmez ve bir yerden sonra eski rejim tarihi bir sembol olur, onunla barışılır. Tarihle ve yaptıklarıyla gurur duyulmaya başlanır.
Romanovlar; neredeyse 300 yıl boyunca Rusya'yı yöneten hanedan. Bizim "Deli" lakabını koyduğumuz Çar Büyük Petro ve Alman asıllı olan Büyük Katerina gibi Rusya'yı imparatorluk yapan kişileri çıkartmış bir hanedandır. Çar I. Petro, Petersburg isimli bir bataklığı, Rusya'nın Avrupa'ya açılmasını sağlayacak olan mükemmel bir şehre dönüştürdü ve Rusların yeni başkenti oldu. Almanlar tarafından Petrograd(Petro'nun şehri) denilen bu şehre komünist devrimden sonra Leningrad denmeye başlanacak. Bu şehirde kurulan üniversiteler, Rus Bilimler Akademisi gibi kurumlar sayesinde ve Çar'ın inanılmaz destekleriyle tüm Avrupa'dan bilim insanları bu şehre çalışmaya geliyordu. Hidrodinamiğin babası olan Bernoulli, önemli bazı keşiflerini bu şehirde yapmıştı. Sadece bilim insanları için değil sanatçılar için de bir cazibe merkeziydi. Dostoyevski gibi büyük Rus edebiyatçıları, Rahmaninov gibi kompozitörler ve Çaykovski gibi bale yazarlarının şehriydi. Ruslar, Osmanlının yapamadığı ölçüde batılılaşmayı başarmış, bilim, mimari, şehircilik gibi konularda altyapı oluşturmuştu. 1850'li yıllarda hızla sanayileşmeye de başlamış ve öteki Avrupa devletleri gibi kapitalistleşme çabasına girmişti. Bu anlamda belli şeyleri Osmanlı'dan daha iyi başarabilmesi onları Avrupa'nın büyük devletlerinden birisi yapıyordu. Son Çar II. Nikolay, Rus İmparatorluğunu intihara sürükleyen berbat kararları peş peşe alarak yüzyıllık birikimleri bir anlamda mahvediyordu. İşçilerin durumu öteki Avrupa ülkelerinin aksine iyileşmiyor, daha da kötüye gidiyordu. XX. yüzyıla girildiğinde artık Rus halkı yönetimde hak sahibi olmak istiyor, Romanovlar'ın ve Çarın Rusya'yı kötü yönettiğini düşünüyordu. En nihayetinde 1917 yılına gelindiğinde önce Şubat devrimi ile Çar tahttan feragat ettirildi ve geçici bir hükümet kuruldu, daha sonra Ekim devirimi ile Bolşevikler geçici hükümeti devirerek ülke yönetimini devraldı. Kısa bir süreliğine Menşevikler yani Çar yanlılarıyla yapılan savaşı kazandılar. Yeni Sovyet rejim, eski rejimi tehdit olarak gördüğünden Çar II. Nikolay ve tüm ailesini kurşuna dizdiler. Bazı Romanovlar ingiliz gemileri ile yurt dışına kaçmayı başardı. Sovyet rejimi boyunca Romanovlar ve eski rejim kötülenmeye devam eder hatta bir dönem sanki Romanov Hanedanı hiç gelmemiş gibi davranılır ve Rus tarihi Romanov öncesinden başlatılarak direkt Sovyet dönemine atlanılır. Ancak tüm günah keçisinin eski rejim olmadığını insanlar bir zaman sonra anlamaya başlar. Sovyetlerin son dönemlerinde artık eski rejime karşı olan kin kalkmıştır. Sovyetlerden sonra ise Romanovlar'a tarihi itibarı tekrar verilir.
![]() |
St. Petersburg'da ki Büyük Petro Anıtı ve Lenin portesi. |
Fransa'da veya Rusya'da olduğu gibi Türkiye de 19. yy da zor zamanlara girmişti. 1807 yılında İngilizler bizden Napolyon Fransası ile ilişkilerimizi kesmemizi istedi, biz ise bunu reddetik. Bunun üzerine İngiliz donanması İstanbul'a kadar elini kolunu sallayarak geldi. Tarihimizin en utanç verici olaylarından birisidir bu. Ne Akdeniz'de, ne Ege'de nede Çanakkale Boğazı'nda İngiliz donanmasını durdurabildik. Sultan III. Selim İngilizlerin İstanbul'a geldiğini öğrenince Çanakkale Boğazı'nın parça tesirli toplar ile donatılmasını istemiş ancak bu emir yerine getirilmemiştir. Bürokratlar yekpare topların daha etkili olacağını söylemiş, "içinde terzi dikiş bile yapar" dedikleri büyük toplarla İngiliz gemisine saldırmışlardır. 1650'lerde Avcı Mehmed yani Sultan IV. Mehmed döneminde Venedik Donanması'da Çanakkale Boğazına kadar gelmiş ancak içeri girememişlerdir. Avcı Mehmed'in annesi Turhan Sultan, boğaza kaleler yaptırmış ve toplar döktürmüştür. Venedik donanması içeri giremiyor olmasına karşın biz de dışarı çıkamıyorduk ve o sırada kuşatmada olan Girit adasına yardım gönderemiyorduk. Bu olay üzerine Çanakkale'ye dizdiğimiz topları 1807 yılında halen kullanıyorduk. Venedik donanmasına karşı etkili olan bu topların İngilizlere karşı etkisiz olacağını padişah dahil devletin çeşitli makamları görmesine rağmen önlem de alınamıyordu. 1807 yılında ki bu hazin olaydan, Fransız Elçisine akıl danışarak kurtulduk. İstanbul sahillerine top dizip ateş ettik. Halk eline sopa alıp sandallarla gemilere saldırdı. İngilizler gelirken kara ordusu getirmemişti zaten, sadece donanma gelmişti. İngilizlerin amacı da İstanbul'u kontrol etmek değil gözdağı vermekti muhtemelen. Bu hazin olaydan anlaşılacağı üzere devlet bürokrasisi çıkmaza girmişti. Padişah devlete iş yaptıramıyordu, ne bürokrasiye ne orduya!
![]() |
Soldaki gemiler İngiliz donanmasının gemileri, sağdaki bina ise Topkapı Köşkü |
Devletin geldiği bu noktadan bir miktar Sultan II. Mahmud döneminde kurtulduk. II. Mahmud bir çok alanda reformlar yaptı. Modern orduya geçildi, batı tipi bürokrasi kuruldu. Yeni kurallar ve disiplinler getirildi. Yeni eğitim kurumları ve sistemlerine geçildi. Özellikle memurlara sakalın yasaklanması, pantolon ve ceket giyme zorunluluğu, sarık yerine fes takmak gibi kılık kıyafet alanındaki reformlar yüzünden II. Mahmud'a halk gavur padişah diyordu. Bu reformlar Osmanlı İmparatorluğunun ömrünü hiç şüphesiz biraz uzattı ancak halen daha Osmanlı, savaş meydanlarında istediğini elde edemiyordu. 1876 yılında I. Meşrutiyet ilan edildi ancak bu meşruti sistem Rusya'da ki Duma meclisi gibi çok sembolikti. Padişahın neredeyse hiç bir hakkını kısıtlamıyordu. Hatta padişaha meclisi dağıtma yetkisi tanıyordu ki nitekim 1878 de Sultan II. Abdülhamid meclisi fesh etti. Abdülhamid dönemine kadar devletin aldığı dış borçlar, bürokratik ve askeri çıkmazların hepsi birden Abdülhamid'in omzuna binmişti. Maden ve demiryollarının kontrolleri yabancı şirketlere bırakılarak dış borçları önemli ölçüde kapattı. Kıbrıs'da Fransızlarla İngilizleri, Afrika'da Fransızlarla İtalyanları karşı karşıya getirip, bu durumdan avantajlı çıkmaya çalışıyordu. Kendinden önceki yapılan hataların farkındaydı ve bunları düzeltmek için otokrasiyi ve merkezi yönetimi tekrar sağlamaya çalıştı. Bürokrasiyi ve orduyu çok sıkı denetimlere soktu. Ülke içinde her yerde hafiye ağları vardı. Bu çok sıkı yönetim, okumuş gençler arasında muhalefete sebep olmuştu. Abdülhamit'in özgürlük ve demokrasi düşmanı olduğunu, tahttan indirilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Abdülhamit'in kurduğu modern okullarda, modern bilim ve Avrupa dilleriyle eğitim alan bu gençler aynı zamanda Abdülhamit'in muhalifleri olacaktı. Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye isimli üç modern okul. Osmanlının modern doktor, subay, bürokrat ve diplomat ihtiyaçlarını karşılıyordu. Buradan mezun gençler ileride devletin önemli kademelerine geldiler ve Abdülhamit'i tehdit etmeye başladılar.
Önce 1908 yılında Abdülhamit'e baskılarlar II. Meşrutiyet ilan edildi sonra 1909 yılında Abdülhamit tahttan indirildi ve uzun yıllar devleti yönetecek olan İttihat ve Terakki partisi hükümet kurmaya başladı. Meşruti Monarşide devleti yöneten bir hükümet ve meclis vardır. Buna mukabil siyasi partiler vardır. Padişahın yetkisi oldukça kısıtlıdır. Devletin asıl yöneticisi hükümet başkanı yani sadrazamdır. Padişah ise bir nevi Cumhurbaşkanı görevindedir. Cumhuriyet rejimine ne kadarda benziyor değil mi? II. Meşrutiyetin diğer önemli partisi ise Hürriyet ve İtilaf partisiydi. Devlet ile hükümet ayrımı bu yıllarda yapılamamıştı. Hükümet devlet demekti. Devlet kademeleri farklı siyasal görüştelerdi ve farklı partileri destekliyorlardı. 1912 yılında Balkan Savaşlarında, İttihatçı subaylar Hürriyetçilerin, Hürriyetçiler İttihatçıların yenilmesini istiyor, birbirlerinin kuyusunu kazıyorlardı. Düşünebiliyor musunuz aynı devletin ordusu içinde siyasi olarak ikiye bölünmüş gruplar var ve bunlar aynı savaşta savaşıyorlar. Ancak siyasi karşıtlık yüzünden birbirlerinin yenilmesini istiyorlar. İşte buradan sonra Atatürk ittihatçılıktan vazgeçti ve tam o zamanlarda orduya siyaset karışmamalı fikrini edindi. Bir yandan da Monarşi destekçileri halen vardı ancak sesleri çok çıkmıyordu. Balkan Savaşlarında 4 ufak Balkan devletine karşı kaybeden bir ülke nasıl oldu da Çanakkale'de İngiltere ve Fransa'ya karşı savaştı sorusunun cevaplarından biriside ordu içi siyasettir. Çanakkale savaşlarında artık ordu içi siyaset çok azalmıştı ve devletin her kademesi birlik olmayı öğrenmişti. Hükümetle devlet arasındaki farkı anlayabiliyorlardı. Ancak sonuç olarak I. Dünya Savaşına çoktan girilmişti, hem de kesin kaybedeceği bilinen tarafta. Savaşa girmeme gibi bir lüksümüz yoktu, İttihatçı hükümet bunun farkındaydı. Almanların kaybedeceğinin de gayet farkındaydı ve tüm İtilaf Devletlerine müttefiklik teklif edildi, hatta 200 yıldır baş düşmanımız olan Rusya'ya bile. Ancak hiçbiri kabul etmeyince mecburen Almanya ile müttefik olduk. İttihatçılar yavaş yavaş ülkeyi bataklığa sürüklüyordu.
I. Dünya Savaşı her ülke için bir yıkım oldu. Kazananı olmayan savaş tabiri kullanılır bu savaş için. İngilizler bile kazanmasına rağmen bıkmış vaziyetteydi. I. Dünya Savaşı her ülke için aynı tarihte bitmedi. Ülkelerin savaşacak gücü bitince masaya oturulur, savaş meydanında kim kazandıysa masada da o ülke avantajlıdır. Artık buradan sonra kaybeden ülke, diplomasi yetenekleri ile işi kurtarmaya çalışacak, kazanan ülke ise aynı şekilde onlara taviz vermemeye hatta sahadakinden daha da fazlasını almaya çalışacak. I. Dünya Savaşını kaybeden İttihatçılar hükümette tutunamaz ve suikastlere kurban giderler. Talat Paşa, Enver Paşa gibi bazı ittihatçılar ise yurt dışına kaçarlar. Hürriyet ve İtilaf partisi hükümete gelir ve Sultan Vahdettin tahta çıkar. Vahdettin tahta çıkar çıkmaz kucağında kaybedilmiş koca bir savaş ve yıkılmış bir ekonomi bulur. Sonuç olarak yeni hükümette öncekinden çok farklı değildir ve diplomatik başarılar gösteremezler. Ülke işgal edilmiştir. Bu duruma herkes çözüm aramaya başlar. Kimisi Amerikancı olmanın en iyi çözüm olduğunu savunur, kimisi İngilizci olmanın. Ancak bazısı bir bağımsızlık mücadelesi vermeyi düşünür. O dönemin şartları altında düşünün, bitik bir ordu, bitik bir ekonomi ve aşırı güçlü düşmanlar. Kurtuluş savaşı verip kazanma ihtimali yok gibi gözükmekte. Hele ki doğudaki komşumuz Rusya'da daha yeni ihtilal olmuş. Yeni rejimin Türkiye hakkındaki düşünceleri kestirilemiyor. Acaba onlarda doğudan işgale başlarlar mı korkusu sürüyor. Tam bu sırada Yunanlar batıdan işgale başlıyor. Bir kez daha itilaf devletlerine karşı savaşa girip kurtuluş mücadelesi kazanmak imkansız gibi görünüyor hele ki Almanların desteği yokken. Biz Kurtuluş Savaşında ne Fransız ordusuyla ne İngiliz ordusuyla nede Rus ordusuyla savaştık. Yunanlara karşı savaştık, hem de Ruslardan destek alarak. Müslüman Hintlerden(Pakistanlılar) ve Orta Asya'dan ise maddi destek aldık. Yeni Rus rejimi bizim destekçimiz oldu. Eğer hakikaten itilaf devletleri bu işe fiilen müdahale olmaya kalksaydı maalesef şansımız yoktu. Tarihe gerçekçi bakmak zorundayız. Biz Türküz biz şöyleyiz yine de yenerdik demek aptallık olur. Devletin durumu çok daha iyiken yenememişiz, o zaman nasıl yenecektik?
İşte bu dönemde herkes vatanı en iyi şekilde kurtarabilmenin planlarını yapıyor. İngilizciler ve Amerikancılar Kurtuluş Savaşının son gününe kadar bu savaşı kazanabileceğimize, kazansak bile itilaf devletlerinin olaya müdahil olup bağımsızlığımıza izin vermeyeceğine inanıyorlardı. Türkiye Devleti başta ordu olmak üzere çoğu kurumlarıyla bir kurtuluş mücadelesi planladı. Devlet kademeleri bu mücadeleye başkanlık edecek en uygun kişi olarak Mustafa Kemal Paşayı seçti. Burada devlet dediğim olgu bir kişi değil. Nedir devlet? Masa, sandalye, bina ve içindeki insanlardır. Kurumlardır yani. Samsuna gideceği gemiyi içişlerindeki müsteşarlar ayarladı. İstanbul'da ki önemli komuta kademesini de Mustafa Kemal Paşa ile birlikte yolladılar. Vizelerini dış işleri bakanlığında çalışan diplomatlar ayarladı. İstanbul'dan Samsun'a gitmek için İngiltere'den vize almanız gereken bir dönem yaşandı bu ülkede. Karabekir, Nuri Paşa gibi ordu komutanları kendi inisiyatifiyle ordusunu dağıtmadı ve kurtuluş mücadelesine katıldı. Aslında tüm bunlar olurken hükümet İngiliz destekçisi idi. Ancak bakanlıklarda çalışan üst düzey yetkililer, ordu komutanları, bürokratlar vs. kurtuluş mücadelesine inanıyordu. Kurtuluş Savaşı, Muat Bardakçı'nın deyimiyle bir devlet operasyonuydu. Atatürk'ün başkan olarak seçildiği bu mücadeleyi de o kişiler planlamış ve uygulanması için çabalamıştı. Ancak muhtemelen hiçbirisi Atatürk'ün daha sonra cumhuri bir demokratik rejim kurup, onlarca reform yapacağını tahmin etmiyordu. Ülkeyi kurtarırız ve eskisi gibi meşrutiyetle yola devam ederiz düşüncesi içindeydi çoğu. Atatürk'ün önemi burada devreye giriyor. Devleti kurtardıktan sonra neler yapacağını kendisi biliyordu sadece. Kurtuluş mücadelesi verildikten sonra tekrar savaş bir noktada durdu ve masaya oturuldu. Bu sefer masaya savaş kazanmış bir devlet olarak oturduk. İngilizler halihazırdaki geçerli anlaşmadan taviz vermemeye çalıştı ancak kazanan taraf her zaman avantajlı olduğundan ne yaparlarsa yapsınlar hiç geri adım atmamaya çalıştık. Kazanan taraf olmamıza rağmen Misak-ı Milliden, Boğazlardan ve Adalardan bazı tavizler verdik ancak karşımızda cidden diplomasi ustası ülkeler vardı. Elimizden geleni yaptık ve Lozan Antlaşmasını imzaladık. Her zaman daha iyisi mümkündür ancak dönemin şartları altında yapılabilecek iyi bir anlaşma yapıldı bence.
![]() |
Atatürk ve heyetinin 16.05.1919 tarihli İstanbul'dan Samsun'a gidişi için İngiltere'den aldığı vizenin damgası. |
I. Dünya Savaşı büyük hanedanların yıkımına sebep oldu. Rusya'da Romanovlar, Avusturya'da Habsburglar, Almanya'da Hohenzollern hanedanı ve Türkiye'de Osmanoğulları. Bu ülkelerde kurulan yeni rejim, eski rejimi temsil eden herkesi yeni rejimin tehdidi olarak gördüğünden, ülkeden sürdü veya Romanovlara olduğu gibi kurşuna dizdi. Osmanoğulları'nın son taht sahibi Sultan Vahdettin'de Rusya'da Romanovlara olanlardan haberdardı ve kendi ailesine de aynısının olacağından korkarak, Rusya'da olduğu gibi bir İngiliz gemisiyle kaçtı. Kurtuluş savaşı kazanıldıktan ve yeni rejim kurulduktan sonra ise tüm Osmanoğlu sülalesi yurt dışına sürülmüştü. Bu durum o dönemin zor şartları altında gayet normaldir. Gelen her yeni rejim, eski rejimi tehdit olarak görür ve onları bir şekilde ortadan kaldırmak ister. Yeni rejim, eski rejimin halktaki destekçilerinin ayaklanmasını engellemek için ise, eski rejimin ne kadar kötü olduğunu anlatmaya başlar. Daha öncede söylediğimiz gibi bu gayet normal bir şey hatta yapılması gereken bir şeydir. Ancak bu durum belli bir süre sonra biter ve halkın kendi tarihi olan eski rejimle barışılır. Eski rejimin yaptığı büyük işlerle ise gururlanılır ve artık bu iş tarihçilere bırakılır. Eski rejimi kötüleme mevzusu bizde çok ileri gitti ve çok uzun yıllar sürdü. Hatta sadece son Osmanlı padişahı değil tüm Osmanlı padişahları ve Osmanlıya dair her şey kötülenmeye başlandı.
Atatürk yeni reformlar yapmaya başlamıştı. Bu reformların çoğu gerçekten önemliydi. Örneğin harf inkılabı Osmanlı döneminde de gündeme gelmişti ama yapılamamıştı. 1911 den sonra Osmanlıya Enver Land denilen dönemde. Enver paşa kelimelerin okunduğu gibi yazılmasını sağlayan yeni bir yazı sistemi icat etmişti. Huruf-ı munfasıla veya Enveri Harfler denen bu yazı sistemi orduda belli bir süre kullanıldı. Bugün de aslında biz bu yazı sisteminin Latin Alfabeli halini kullanıyoruz. Harf inkılabı bence yapılması zaruri bir inkılaptı. Bununla birlikte yapılan diğer bir çok inkılapta gayet yerindeydi. Ancak bazıları hakikaten alakasız ve yersizdi. Örneğin Musiki İnkılabı.
![]() |
Atatürk'e ilham olan Enveri harfler. Görüldüğü üzere Osmanlıcada olmayan sesli harflerde icat edilmiş. |
Özellikle XIX. yy padişahlarının çoğu hem Klasik Türk Müziğine hem Batı Müziğine gayet aşinaydı. Sultan Abdülaziz'in çok güzel besteleri vardır. Örneğin "Valse Davet" isimli bir vals bestesi vardır ki bence en güzel valslerden birisidir. Aynı zamanda Türk Müziği besteleri de vardır. Atatürk'te müziği çok seven birisiydi. Hem Halk Müziğini hem Klasik Türk Müziğini(sanat müziği deniyor bugün ancak doğru bir tabir değil) çok severdi. Cumhuriyetten sonra Osmanlıdan kalan iki tane orkestra aynı şekilde devam etti. Birisi Riyaset-i Cumhur Orkestrası(Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) diğeri ise Riyaset-i Cumhur İnce Saz Heyeti. Bu ikinci orkestra Türk Müziği orkestrasıydı. Atatürk vefat edene kadar İnce Saz Heyeti çalmaya devam etti. Atatürk vefat ettikten sonra hemen bu orkestrayı kaldırdılar. 1926 yılında musiki reformu hayata geçirildi. Yurt dışına onlarca müzisyen gönderilecek ve batı müziği öğrenilecek. Avrupa bestecileriyle yarışacak besteciler yetiştirilecekti. Bu gayet güzel bir şey ancak bir de şöyle bir karar alındı; Türkiye'de artık Türk Müziği eğitimi yasaklanmıştı. Gazetelerde şöyle manşetler atıldı; "Artık ilkel Türk Müziği yerine kaliteli Batı Müziği öğreneceğiz". 1934 yılında ise sadece okullarda eğitimi değil radyolarda dinlenmesi de yasaklandı. Radyolar yalnızca batı müziği çalıyordu. İşte bu dönemlerde batı müziğini benimsemeyen halk Kahire Radyosundan Arap Müziği dinlemeye başladı. Arabeskin Türkiye'ye gelmesinin hikayesidir bu. Sonuç olarak ne kadar yasaklamaya çalışsanız da kültürel bir öge olan müziği tamamen silemezsiniz. Bir şekilde yaşamaya devam etti ancak Türk Müziği çok büyük zararlar gördü. Türk Müziği bestecileri Türk Müziğiyle Arabeski karıştırıp yeni sentezler yapıyordu. İsmine de Sanat Müziği diyorlardı. 1930'lar dan sonra Türk Müziği birçok Müzik üstadına göre bitme noktasına gelmiş. Zeki Müren gibi bazı şarkıcılar Popülerite kaygısına kapılmış, kalitesiz ve Arap müziğiyle karıştırılmış müzikler ortaya çıkmış. Halk ise başka alternatif olmadığından bunları dinlemeye başlamıştır. 1976'da Türk Müziği Konservatuarları tekrar açıldı. Peki sonuç olarak Avrupa bestecileriyle yarışan bir Klasik Batı Müziği kültürü yaratabildik mi? Hayır. Türk Beşleri ismi ile Rus Beşlerinin çakması yaratılmaya çalışıldı ancak verdikleri eserler basit Klasik Müzik eserlerinden ileri gidemedi. Daha sonraki nesillerden Ayla Erduran, İdil Biret gibi kaliteli virtüözler çıktı ancak halen daha Avrupa devleriyle yarışacak bir bestekarımız yok. Bugün konservatuarların çoğu batı müziği eğitimi vermesine rağmen 100 yıldır uğraştığımız müzik reformu halkı ayrıştırmaktan başka bir işe yaramadı. Türk Müziğini yasaklamadan batı müziğine önem verilemez miydi?
![]() |
8 kasım1934 radyo yasağı döneminden bir gazete küpürü. |
Sultan Abdülaziz'in Valse Davet isimli vals bestesi.
Yazı uzadıkça uzuyor. Yavaş yavaş toparlıyorum. Müzik reformu gibi birçok örnek tarihimizde mevcut. Doğanın temel kurallarında etki-tepki kuralı yalnızca Fizikte değil Sosyolojide de geçerlidir. Sosyal bir gruba etki eden olay ne kadar sertse, tepkisi de o kadar sert olur. Ordu gevşemeye başlayınca III. Selim tepki gösterir ve reform yapar. Daha sonra reformlara tepkili olan gruplar daha muhafazakar olan IV. Mustafayı tahta çıkartır. Ama bu duruma tepki olarak Tepedelenli Ali gibi Ayanların desteğiyle tekrar, reformcu olan II. Mahmud tahta çıkar ve yapılan sert reformlar o anlık tepki gösterecek grupları ortadan kaldırır ancak yıllar sonra o tepki yine ortaya çıkar. Abdülhamit'in sert önlemlerini destekleyen olduğu kadar, sosyoloji kuralları gereği aynı sertlikle muhalefeti de olacak. İttihatçılar bu etkiye tepki olarak başa gelecek, ama onlarda aynı sertlikte yönetimde kaldıkları için bu sefer onlara da aşırı tepkililer doğacak. Aynı şey Atatürk ve Cumhuriyet reformları içinde geçerli, bir de üzerine rejim değişikliği yüzünden eski rejimi kötüleme devreye girdi ve bu kötüleme olması gerekenden çok uzun sürdü. Atatürk'den sonrada sert etkiler devam etti ve tepki olarak 1950 yılında Demokrat Parti seçildi. Demokrat Parti seçimi kazandığında, dönemin paşalarından Salih Omurtag, İsmet İnönü'nün yanına gidip 'Paşam veriyor muyuz hükümeti?' dedi. Seçimden yenik çıkmasına rağmen İsmet Paşa istese ordu desteğiyle yönetime devam edebilirdi. Yani demokrasiyi, cumhuriyetçiliği halen anlayamamış toplum. Bırakın toplumu ordu yöneticileri bile anlamamış. Tepeden indirme yolla modernleşen toplum ancak bu kadar olur. Ve işte bu noktadan sonra iş bir kısır döngüye girmişe benziyor. DP'nin yaptığı hatalar tepkiye sebep olur ve 1960 darbesi gerçekleşir. Menderes ve muhafazakar kanadın zorla hükümetten indirilip idam edilmesi halkta tekrar tepki doğurur ve 70'ler de Erbakan'a büyük bir ilgi olur. 68 kuşağının sağ-sol çekişmeleri ve ordunun Erbakancı hükümetten haz almaması 1980 darbesini doğurur. Darbeye tepki olarak halk tekrar Özal ve Erbakan önderliğindeki partilere yönelir. 90'larda tekrar CHP seçilir ve ona tepki olarak en son şuan ki hükümet yönetime gelir. Kısır döngüye bakar mısınız. Toplum bir noktadan sonra kısır döngüye girdi ve gelen hükümet ne olursa olsun, muhalefetleri tarafından düşman gibi görülmeye başladı. Bu nasıl bir ayrışmadır böyle? Bugün toplum olarak aşırı fanatiğiz. Tarihe bir türlü olması gerektiği gibi bakamıyoruz. Kendi tarihimizden birisini seçip onu sanki yaptığı her şey doğruymuş, asla hata yapamazmış gibi savunuyor ve kabulleniyor. Başka birisine ise hakaret ediyoruz. Bugün Rusya'ya gittiğinizde Stalin heykelide görürsünüz, Petro da, son çar II. Nikolay da. Hepsi bizim tarihimiz derler. Bugün Paris'de Bourbon hanedanından 14. Louis heykeli de var, onları deviren ihtilal liderlerininde, cumhuriyeti fesh edip imparatorluk kuran Napolyon'un da.
Sultan Abdülhamit Bizim devletimiz olan Türkiye devletinin Osmanoğlu hanedanı zamanında ki bir yöneticisidir. Enver Paşa ve öteki İttihatçılar Aynı devletin meşruti monarşi dönemindeki yöneticileridir. Vahdettin yine aynı devletin son padişahıdır. Mustafa Kemal Paşa yine aynı devleti, bitik halden ve işgalden kurtaran, kurtuluş mücadelesinin başındaki adam ve daha sonra ise yeni rejimin kurucusudur. Hepsi tarihi kişiliklerdir. Hiçbirisi vatan haini değildir. Emin olun hepsi ama hepsi şuan bu yazıyı okuyanlardan ve yazan bendenizden daha vatanperverdir. Kimisi daha başarılı bir yöneticilik yapmış, kimisi daha başarısız. Bunların sebepleri ayrı bir konu. Zaten tartışılması gereken konuda bu. Neden şu kişi şu olayda başarısız oldu? Neden bu kişi çok başarılı? Tarih budur.
1948 yılında Fahrettin Altay'ın meclise sunmak için hazırladığı bir önergede, Kanuni sonrası tüm padişahların mezarlarını açalım, kemiklerini çıkartalım hepsini bir mezara gömelim ve eski mezarlıkları kütüphane yapalım gibi absürt şeyler söylemiş. Sarı Selim'den itibaren hiç bir Padişah'a ise kıymet vermenin doğru olmadığını söylemiş. Fahrettin Altay'ın bu önergeyi meclise sunmasını Şükrü Saracoğlu engellemiş. Fahrettin Altay kurtuluş savaşı sırasında 5. Kolorduya komuta ediyordu. Büyük Taarruz başarılı olunca Yunanları denize kadar kovalayıp İzmir'e ilk giren paşadır kendisi. Aynı zamanda Altay Tankının ismi de onun isminden gelmektedir. Artık 1948 yılına gelindiğinde zihniyetin ne kadar değiştiğini anlatan çok güzel bir belgedir bu. Tarihe ve kültüre karşı bu şekilde yapılan sert saldırıların sonucu olarak bugün iş bilmez dinci hükümetleri çekmek zorunda kalıyoruz. Anacak hata tamamen kraldan çok kralcılık yapan bürokratların ve halkı yalnızca istanbul boğaziçinde ki yalılarda yaşayanların hayat tarzından ibaret sanmaktan ileri geliyor.

Ne demek Atatürkçülük? Milliyetçi, Devletçi, İnkılapçı, Halkçı, Cumhuriyetçi ve tabiki Laik. Anlaşılması gereken bir nokta var, Fransız Laikliği ile İngiliz Sekülerizmi farklı şeylerdir. Laiklik, dini baskılarken, sekülerizm serbest bırakır. Laiklik dinin toplumsal gelişimi engellediğini, ritüellerin baskılanması gerektiğini söylerken, sekülerizm isteyen herkesin istediği ritüeli yapabileceğini söyler. Bugün şalvar-sarık giymiş birini veya Yahudi takkesi takmış birini görünce Laik birisi sinirlenir ve küfür ederken, Seküler birisi için bu durum sorun değildir. 1920'ler Türkiyesi'nde tüm dünyada olan anlayış sebebiyle Laiklik normaldi belki ama bugün artık anormal bir durumdur bu. Laik bir insan aynı anda insan hakları, demokrasi ve özgürlük savunucusu olamaz. İşte toplumsal ayrışmayı sağlayan büyük etkenlerden biriside Laikliktir. Sekülerizm ve Laiklik arasındaki farkı halkımız bilmiyor. İşte bu gibi bazı ilkeler yanlış anlaşılmış ve yorumlanmıştır. Hatta bizzat Atatürk tarafından bile İnkılapçılık bir zaman sonra yanlış anlaşılmış, olay bir kültüre zarar verme noktasına gitmiştir. Bu kutuplaşmanın sebeplerinden biriside hiç şüphesiz şudur; Türkiye'de Avrupa'nın aksine modernleşme çabası halk tarafından istenerek yöneticilerden zorla alınmadı, yöneticiler tarafından tepeden indirerek halk modernleştirilmeye çalışıldı. Ne kadar detaylı ve ince düşünürseniz düşünün, halk talep etmeden, onlara tepeden indirme yöntemle bir şeyler vermek mutlaka muhalefete ve toplumsal ayrışmaya sebep olacaktır. Ancak bu modernleşmeyi de bir şekilde sağlamak zorundasınız. Bir an önce bu modernleşmeyi sağlayıp, dünya ile baş edebilir duruma gelmeniz gerektiği için mecburen bazı şeylerden taviz verip tepeden indirme yöntemine başvurulabilir ki bunu yapan tek ülke biz değiliz.
Şöyle bir analoji kuralım, bugün bir müslüman berber farklı dinden birisine hizmet vermek istemez ise sonuç ne olur sizce? Elbetteki bu kişi tefe konar, gazetelerde ve sosyal medyada ağır hakaretlere uğrar, Türkiye laiktir gibi alakasız sloganlar eşliğinde linç edilir. Olması gereken ise bu değildir tabi ki. Ne oldu o berberin kişisel görüş özgürlüğü? Bir insanın hayat felsefesinin içerisinde yaptığı işi farklı bir dine mensup birisine yapmamak olamaz mı? Aynı durum tam tersi için de geçerli. Burada devletlerin yapması gereken, kimsenin madur kalmayacak şekilde hizmet isteyen kişinin hizmet almasını sağlamaktır. O esnaftan alamıyorsa eğer başka bir esnaftan almasını sağlamak olmalıdır. Eşcinsel bir polis memuruna LGBT gösterilerine müdahale etme emri geldiğini düşünelim. Bu polis memuru ben bu olaya müdahale etmem deme hakkında sahip olmalıdır. Devlet ise bu durumda alternatif yaratarak o polis memurunun sadece o olay için boşluğunu doldurarak başka bir polis memuruyla bu işi yapmalıdır ancak yapmalıdır. İnsanlar kendi hayat felsefesinde yaşarken doğacak olan problemlere karşı alternatifler sunabilmek sosyal ve seküler bir devletin görevidir. Eğer bu verdiğim iki örnekten birisi size saçma ve diğeri mantıklı geliyorsa sizde kutuplaşmış ve ideolojik bakanlardan birisiniz demektir. Bu yazının tüm amacı daha farklı bir pencereden bakış kazandırabilmekti umarım başarabilmişimdir.
Türkiye'de Kutuplaşma
Reviewed by Okan Yıldız
on
Mart 21, 2020
Rating:

Hiç yorum yok:
Yorumunuz alınmıştır. Teşekkürler.